Aslında bu durumda çoğaltmak istediğim kendi imgemdir, ama kolaylıkla sanılabileceği üzere bunu kendime hayranlıktan ya da kendimi beğenmişlikten arzulamıyorum. Tam aksine kendime ait pek çok aldatıcı hayalet arasında, onları hareket ettirebilen tek güç olan gerçek ben'i izlemek istiyorum. Böylesine çok buhran yaşayan bu bedenimle yüzleşmek, saatlerce bakışmak kendimi berbat hissetmemi sağlıyor ve bu durumdan asla anlayamayacağım bir keyif alıyorum.
İzninizle çoğul konuşmak istiyorum şimdi. Yalnız olmadığımı biliyorum çünkü.
Ruhsal buhran ve sıkıntı, varlığı zamana hapseder. Sıkıldığımızda zamanla bir meselemiz vardır, onunla ne yapacağımızı bilemeyiz. Çoğunlukla tüm yoğunluğuyla gelecek endişesi eşlik eder bu sıkıntıya. Ne yapmamız gerektiğini, neden yaşadığımızı bulmak isteriz, defalarca sorarız bunu kendi yansımamıza boş gözlerle bakarak. Ruha canlılık hissini veren bu anlamın ta kendisidir ve anlamın kaybı ya da kazanılamayışı bizler için dünyanın kaybedilişi veya gözümüzde yoksullaşması, değersizleşmesidir. Bu anlam kaybını hisseden bir varlık böylesine düşebilir ancak.
Boşa geçen zamandan, 'aylaklıktan', ruhun kuluçkaya yatabileceği bütün anlardan ölümden daha fazla korkarız. Tüm bu sıkıntı esnasında zaman geçmez, insan zamanı beyninin tam içinde hisseder. İçi anlamlı bir biçimde doldurulamayan zaman, zamanla acımasız bir sıkıntıya dönüşür...
"Nasıl da ürperticidir sıkıntı," diye yazar Kierkegaard, "boyun eğmiş, atıl bir halde yatarım. Gördüğüm boşluk, yaşadığım boşluk, içinde hareket ettiğim boşluktur. Acı bile duymam. Ruhum, üzerinde hiçbir kuşun uçmadığı ölü bir denizdir artık." diye de bitirir cümlesini.