17 Haziran 2017 Cumartesi

Yapılacaklar Listesi

Hayatıma dair gerçekten merak ettiğim tek şey, ne zaman bir şeylerin yolunda gideceğidir. Ruhumun artık onarılması güç hasarlarının hayat tarafından bir nebze olsun iyileştirilip iyileştirilmeyeceği yani. Çabalıyorum sürekli, gerçekten çabalıyorum. 
Yeni bir işe giriyorum söz gelimi, bir yürüyüşe çıkıyorum, ateşli bir sohbete tutuşuyorum, bir kadını hayranlıkla seyrediyorum, uzanıp doğanın süsüne şaşırıyorum, bir sokak köşesinde bir köpek besliyor, sarılıyorum. Hatta haddimi aşıp romantik hayaller bile kuruyorum belki. Ama olmuyor, beceremiyorum. Ne yaparsam yapayım hiçbir eylemde huzur bulamıyorum.(Bu cümleden de gerçekten sıkıldım artık.)

Öyleyse diyorum kendime, oğlum Mustafa! Madem battın bu bataklığa, çıkmaya çalışıp çırpındıkça daha da çok batıyorsun. Artık çabalama, sen buraya aitsin diyorum. Bataklığın dışına, nemli ve canlı toprağa değil. Tam buraya!

Öyleyse diyorum yine, öyleyse öyle bir bat ki bu bataklığa, daha önce kimse böyle batmamış olsun. Madem ki buradasın, layığıyla burada ol, hakkını ver bu müthiş bataklığın. Belki senden sonra bu muazzam pisliğe düşebileceklere faydan olur, anlat diyorum. Anlat! Ama öyle bir anlat ki, sadece düşenler anlayabilsin, hatta düşüp çıkabilenler bile değil, sadece çıkmayı reddedenler anlayabilsin. Yaşayışın şatafatlı olmadı, bari batışın olsun diyorum. Bir yaşama sebebin, sevincin yoksa; yaşama sebebin, sevincin, hatta umudun diğer yaşama sebebi olmayanlar olsun diyorum.
Bunca anlamsızlığın, sahteliğin ve gırlasının olduğu bu saçma dünyada yalnız olmadığımı biliyorum. 
Oğlum Mustafa diyorum sonra, bundan böyle senin amacın artık, kendisini yalnız hissedeni, bataklığına ait hissettirmek diyorum! 

14 Mart 2017 Salı

Yitik olanın peşinde

Yaşadığımı iddia edemeyecek kadar kötü durumdayım. Bunu hissetmiyorum çünkü, yani eğer ben yaşıyorsam onlar yaşamıyor, eğer onlar yaşıyorsa ben yaşamıyorum. Şu sürekli bahsettiğim "başka insanlar, diğerleri" laflarından da gerçekten bıktım usandım artık. Keşke biraz daha cesur olabilsem ve oturduğum sandalyeden, bu saçmalıkları karaladığım masadan kalkabilsem ve ben keşke; mutluluğu nerede arayacağımı bilebilsem. Ama yapamıyorum tabii, neredeyse hiç insan görmediğim bu odadan "diğer insanlara" bakıp onlardan nefret ederek geçiriyorum günlerimi ve bu düşsel eylem bana yıllardır tabiri caiz ise nefes dahi aldırmıyor.
Bıktığım şeyler bununla da sınırlı değil esasında; çaresizlikten, imkansızlıktan, fakirlikten, sahtelikten, sevgisizlikten, saygısızlıktan, savaşlardan kısacası insanın içerisinde bulunduğu her eylemden bıktım ben. 
İnsan görmeye katlanamıyorum ama yalnızlığımın ulaşmak üzere olduğu nokta bile beni titretmeye yetiyor. Ne var ki titreyip kendime gelemiyorum, sadece titriyorum. Ne yapmam gerektiğini, ruhen nerede olduğumu ya da ruhumu nerede kaybettiğimi gerçekten bilmiyorum. Bir çıkış yolu bulma çabasına girecek enerjiye sahip değilim ama burada kalmayı da istemiyorum. Çok basit bir değişikliğe ihtiyacım var belki insanların söylediği gibi, başka bir geleceğe ulaşacağım yolu açabilecek bir değişiklik, hani diğer insanların her gün gönüllerince yapabildiği türden bir değişiklik. Çaresizlik.
Yıllar önce bana bu durumda olacağımı söyleseler sanırım kahkahalarla karşılardım. Şimdi ise en son ne zaman esaslı bir kahkaha patlattım bilmiyorum. Hep eksik bir şeyin varlığını hissedip bundan yakınırdım, şimdilerde herhangi bir şeyin varlığını hissetmek için çok fazla şeyden vazgeçebilirim.
Büyük 
Paul Gauguin'in dediği gibi, " Yalnızca sessizliği arzu ediyorum, sessizliği ve yine sessizliği. Huzur içinde unutularak ölmeme izin verin. "

Şimdi izninizle katlanamadığım, direnemediğim bir diğer hususa, bahsini ettiğim diğer insanların, o nefret ettiğim davranışlarını şekillendiren konuya değineceğim.
"Modern çağ" ve "modern toplum anlayışı" sürekli kişilerin benliğini parlatır durumda ve zannımca her şeyin suçlusu bu, yani suçlu birey ne kadar suçluysa, bu iki kavram da o kadar suçlu. Gerçi bunu yöneten de, bunun tarafından yönlendirilen de aynı mahlukat olduğu için suçlu yine insanoğlu.Modern çağ yalanında, gösteriş, abartı, sahtelik, taşkınlık, ezicilik, açgözlülük, kariyer tırmanıcılığından doğan hırs ve bireysel-toplumsal kibir giderek olumlanıyor, hatta aferin bile alıyor bu inanamazsınız.
Tevazu, sakinlik ve diğer yüce erdemler ise vasat olarak nitelendirilip beğenilmemiş bir kitap misali rafa kaldırılıp, tozlanmaya mahkum bırakılıyor.
Aynı modern zaman esasında kim olduğunuzla hiç ama hiç ilgilenmiyor, sadece saygıdeğer görünmeyi şartlıyor benliklere.
Modern(!) terbiye anlayışına sadık kalmalı, yüksek sesle gülüp, yüksek sesle yaşamalısınız yani.
Aksi halde hasta adam olarak nitelendirilebilirsiniz. Gerçekten acınası...

Bu sistemden de, bu sistemin mensuplarından da nefret ediyorum.
Ama bu sistemi yenebileceğimi sanacak kadar da romantik olamıyorum maalesef, hükmen mağlubum evet, sahaya inemeden mağlup ilan etmişler zaten beni. Bundan sonrası ölümü beklemekten ibaret.
Ama yine de bu bekleyişi doldurmak isteğiyle, acı bir tebessüm eşliğinde doğrulup kalkmalı ve her ne şekilde olursa olsun artık tutunmak zorundayım ve hakikaten bunun için çabalıyorum. Son bir efor ile bitkin ve bıkkın bir şekilde huzuru bir köşesinden yakalamaya çalışırken, karşıma asla tahayyül edemeyeceğim bir keder daha çıkıyor ve bakıyorum ki ben bu kez de ona tutunmuş, sarılmışım bir daha asla bırakmayacakmışçasına.
Sanırım yaşamak yarışı benim gibilerin oyunu değil. Zaten insan sonucu baştan belirli olan bir oyunu neden oynamak ister hiçbir zaman anlamadım.
Gerçek huzuru yakalamak imkansız bu cehennemde...
Güzel olan her şeyin bir kotası varmış ve bizim çağımızdan yüzlerce yıl önce güzellik adına ne varsa tükenmiş,

bana sadece modern dünyanın dertleri kalmış gibi sanki.


"Sadece dünyanın zevklerini geri çevirebilecek bir yaşam mutlu yaşamdır." diyor Yüce Wittgenstein. Dünyanın tüm sefaletlerine karşı olan yaşam...
Son bir umuttur belki bu. Ne diyorsun sevgili okur?

25 Ocak 2017 Çarşamba

Dürülmüş bir defter hikayesi.

Kaybetmeye mahkum olmak,
tutanamamak, 
yitip gitmek,
kabullenmek...

Bu yaşadığım ve hissettiğim sanırım bir lanet. Dayanılmaz bir acıyla gelen kahredici bu duygunun güçlü dalgaları başlangıçta ağır ağır yayıldı vücuduma ve artık yapabileceğim hiçbir şey yok, kabullendim.
Attığım her adımda zemin çatırdıyor sanki. Her adımda çukurlar açılıyor ayaklarımın dibinde.
Tek bir adım daha atacak cesaretim kalmadı, korkuyorum.
Farkındayım birçok şeyi kaybettiğim gibi kaybediyorum bu yaşama yarışını da ama; 
kabullendim.

Birçok şeyi anlıyorum ama, anlamıyorum nasıl ve neden girilir böyle bir boşluk harbine?
Nasıl sızdı hiçliğin bu fısıltısı, henüz sadece dumanı tüten düş bahçelerime 
bile? 
Güzel düşler, umut parçacıkları yüreğime şöyle bir süzülüyor, dokunuyor da, buzlu bir zemine düşen çiçek yaprakları gibi ölüp gidiyorlar, yazık.
Anlamıyorum, anlamıyorum ama;
kabullendim.

Başarısızlıktan doğan utanç veyahut keder değil esasında boynumu büken. İnsan kuru kalabalıkların boş gürültüsüne teslim oluyor, tıpkı savaşa, ölüme teslim olur gibi.
Nereye ya da kime bakarsam bakayım, elim neye ya da kime değerse değsin, artık kaskatı. Umut yetiştirdiğim düş bahçelerimde hâlâ birazcık anımsayabildiğim ne varsa bir demir gibi katılaşıyor ve amansız bunca düşüncenin içinde artık hiçbir tadı kalmıyor.
Ve sonra en tepede, kafada alnın gerisinde hâlâ dalgalanan iki üç düşünce ve düşle insan kendini boşluğa bırakıveriyor. Bitti.


11 Ocak 2017 Çarşamba

Soluk bir mürekkep gibi

İnsanlar daha asık suratlı, daha mutsuz, daha nalet şimdilerde.
Hemen hemen hiç susmuyor, garip hareketlerle -sanki çok mühim, çok gizli bir şeyler yapıyormuş gibi- çevrelerini adımlıyor, işleri olmayan, kendilerini zerre ilgilendirmeyen her şeyi karıştırıp kurcalıyor, sonra ansızın bağırıp çağırmaya, kuduz köpekler gibi sağa sola saldırmaya başlıyorlar. (Ve ben korkuyorum.)
Sağlıklarının kötü olduğunu söylüyorlar hep ya da hep şikayetçiler bir şeylerden. Kimseyi anlamıyorlar çünkü kimseyi dinlemiyorlar, ama herkes kendilerini dinlesin, anlasın istiyorlar.
Artık kimse bir başkasına karşı duygulu, saygılı, merhametli değil. Kayıtsız bakıyorlar karşılaştıkları her olaya, her dakika değişen gündeme. Aslında ben de acımıyorum insanlara ya da en azından çevremdeki insanlara. Çünkü hepsi beceriksizce rol yapıyor bu insanların, bir oyunun içerisindeler sanki.
Bütün gözlerde bir ürkeklik, güvensizlik, aidiyet eksikliği okuyorum. Sürekli konuşuyor bu cesur ama korkak gözler, ve bu ürkek seslerin sahipleri, yenilmişliklerini, mağlubiyetlerini gizleyemiyorlar yine de.
Gözlerinden, seslerinin tonundan, nereye koyacaklarını bilmedikleri ellerinin hareketlerinden, her şeyden okunuyor yenilgiyi kabullenmişlikleri.
Benim bazı katı gerçekleri kabullenemeyişim gibi, yenilgilerini görmezden gelebiliyor bu insanlar.
Ve belki de böylece hayatta kalabiliyorlar...


19 Kasım 2016 Cumartesi

Bir acı uğraş

Düşünmek, kafa yormak. Düşünceye ilişkin her ifade, her etkinlik beni önce zifiri karanlığa sonra aynalara yönlendiriyor. Bir kitapta okuduğuma göre ruh, üstün aklın düşüncelerini yansıtarak maddesel nesneleri yaratan bir aynadır. Belki de bu nedenle ben düşünebilmek için aynalara gereksinim duyuyorum. Onlarca aynanın bulunduğu bir odada geçirmek istiyorum gecelerimi, loş bir mum ışığı eşliğinde. Ruhumun kurgusal erdemini tamamlaması için buna ihtiyacı var sanki.
Aslında bu durumda çoğaltmak istediğim kendi imgemdir, ama kolaylıkla sanılabileceği üzere bunu kendime hayranlıktan ya da kendimi beğenmişlikten arzulamıyorum. Tam aksine kendime ait pek çok aldatıcı hayalet arasında, onları hareket ettirebilen tek güç olan gerçek ben'i izlemek istiyorum. Böylesine çok buhran yaşayan bu bedenimle yüzleşmek, saatlerce bakışmak kendimi berbat hissetmemi sağlıyor ve bu durumdan asla anlayamayacağım bir keyif alıyorum.


İzninizle çoğul konuşmak istiyorum şimdi. Yalnız olmadığımı biliyorum çünkü.
Ruhsal buhran ve sıkıntı, varlığı zamana hapseder. Sıkıldığımızda zamanla bir meselemiz vardır, onunla ne yapacağımızı bilemeyiz. Çoğunlukla tüm yoğunluğuyla gelecek endişesi eşlik eder bu sıkıntıya. Ne yapmamız gerektiğini, neden yaşadığımızı bulmak isteriz, defalarca sorarız bunu kendi yansımamıza boş gözlerle bakarak. Ruha canlılık hissini veren bu anlamın ta kendisidir ve anlamın kaybı ya da kazanılamayışı bizler için dünyanın kaybedilişi veya gözümüzde yoksullaşması, değersizleşmesidir. Bu anlam kaybını hisseden bir varlık böylesine düşebilir ancak. 
Boşa geçen zamandan, 'aylaklıktan', ruhun kuluçkaya yatabileceği bütün anlardan ölümden daha fazla korkarız. Tüm bu sıkıntı esnasında zaman geçmez, insan zamanı beyninin tam içinde hisseder. İçi anlamlı bir biçimde doldurulamayan zaman, zamanla acımasız bir sıkıntıya dönüşür...


"Nasıl da ürperticidir sıkıntı," diye yazar Kierkegaard, "boyun eğmiş, atıl bir halde yatarım. Gördüğüm boşluk, yaşadığım boşluk, içinde hareket ettiğim boşluktur. Acı bile duymam. Ruhum, üzerinde hiçbir kuşun uçmadığı ölü bir denizdir artık." diye de bitirir cümlesini.


16 Eylül 2016 Cuma

İç acılar toplamı

Anlamıyorsunuz. Ben sadece gerçekleştirdiğim hemen hiçbir eylemden keyif alamıyor ve yapmacık davranmıyorum bu yüzden de kaybediyor, kahroluyor, kayboluyorum. Bana iyi hissettirmeyen her şeyi yapmaktan vazgeçip, yanında iyi hissetmediğim herkesi bir bir çıkarttım hayatımdan ve yerlerine yenilerini ekledim. Tabii ki sonuç değişmedi, çünkü hayat fena halde bir tiyatro sahnesine benzer. Çünkü hepiniz iyi oyuncularsınız. Kendi isteğimizle bazen sahneyi değiştirebiliyoruz, bazen oyuncuları, ama yönetmen ve senaryo daima aynı. Gurur kırıcı.
Bilemiyorum ki insan nerenin yerlisidir bu hayatta, neresinden tutmalıyım ben yaşamın. İnsanın kendini bir yere, bir kişiye, bir fikre ait hissedememesi inanılmaz ürkütücü.
Artık değişebileceğimi, her bir zerreme neşe dolabileceğini de düşünmüyor, bu düşünceye istesem de inanamıyorum zaten.
Gerçek bir hayatın sıkıntıdan ibaret olduğunu düşünüyorum hala. Baştan başa aşk ve mutluluk içinde geçen bir hayatın doğa yasaları bakımından uğursuz bir ayrıcalık olduğunu düşünüyor, aksi düşünceye her ne kadar istesem de inanamıyorum zaten.
Her çiçek solar çünkü, bütün mutlulukların ertesi günü hüzündür, tabii eğer ertesi günü varsa...

Ama olsun, kimsenin bilmediği bir iskelenin ucunda oturup ayaklarını boşlukta sallayarak denize, dolunaya ıslıklar çalmak hala güzel ihtimal.

Ama olsun, bu şehir, bu sokaklar, bu deniz kıyıları, bu meyhaneler,bu kahvehaneler, bu çalı kuşları, kitaplarım, yastığım, bunlar hala güzel.
Siz bunu bilemezsiniz çünkü siz bakmayı da, görmeyi de bilmiyorsunuz.

"Değiştiremeyeceğim bir şey varsa o da kanılarımdır; çünkü bende hiçbir şey onlar kadar sağlam bir şekilde yer etmemiştir. Size hayatımı verebilirim, ama bilincimi veremem; onu dinlemeyebilirim, ama konuşmasına da engel olamam." - Honore de Balzac.

20 Haziran 2016 Pazartesi

İçimizdeki karanlık

İnsan nasıl göründüğüyle çok fazla ilgili bir yaratık. Hayır değilim demeyin sakın.
Hepimiz çevremizdeki insanlara daha samimi, daha duyarlı ve daha ahlaklı görünmek istiyoruz. Başkalarının gözünden, bu dünyadaki varlığımızın doğruluğuna dair bir teyit almak ve pohpohlanmak; aferinlenmek istiyoruz.Tipik kabul görme çabası.
Onlara hislendiğimizi ve acı çektiğimizi göstermek istiyoruz. Oysa sükûtun konuşmaktan daha kıymetli olduğu zamanlardayız. Oturup toplumsal ya da ulusal kayıplarımız üzerine düşünmenin, canlarını yitiren binlerce kardeşimizin, karılarını, kocalarını ve anne babalarını yitiren ailelerin ve maalesef ruhunu yitirmiş olan bizlerin üzerine düşünmemiz gereken zamanlar... 
Sessizliğin kelimeleriyle, ruhumuzu onaracağımız zamanlar...
Kalbimizi acıyı içeriden yaşamış olanın sözüne açıp, bizim sustuğumuz zamanlar...
Ama biz bunu yapamıyoruz tabii; Umutsuzuz çünkü. Kaçıyoruz zordan, koşuyoruz kolaya!
Önce bir suçlu belirliyoruz kendimizce bu belki modern zaman masalı oluyor, belki bir politikacı, belki eğitim sistemi ya da yaşam kalitesi. İşte sonra tüm bunları onun sırtına yüklüyoruz.
Umutsuzlara sefaletin sorumlusu olan bir suçlu göstermeli ki, onun başının ezilmesiyle cennetin yeryüzüne ineceğine inanabilsinler diyor Pamuk, yine haklı.
Hal böyle olunca dilimiz acımasızlaşıyor, yöntemlerimiz ahlaksızlığın dibini buluyor, amaca ulaşmak için her yolun mübah kabul edildiği yeni bir kötülük dili galip geliyor. Buna psikolojide mazlumun zalimle özdeşleşmesi deniyor, İbni Haldun da farklı bir pencereden medeniyet düzleminde bakıp "Mağluplar galipleri taklit eder," demişti.
Belki de tüm mesele budur, kim bilir?