29 Nisan 2016 Cuma

Varoluştan yokoluşa!

Bazen dalarsınız oturduğunuz sandalyeden pencereye doğru, umutsuzluğunuza dairdir bu besbelli; camda yansıyan gökyüzü, hafiften karanlık tonu ve hafiften alçalmış bulutuyla, içinde bulunduğunuz boşluğun devam ettiğini ve edeceği hissini uyandırır.
Ama siz asla nasıl bir tepki vereceğinizi bilemezsiniz bu boşluk hissine, belki kalkarsınız sandalyenizden ve bakarsınız o an pencereden dışarı, 'atlasam nolur' diye düşünürsünüz.Sizin için anlamlı olan tek şey ölümdür sanki, yok oluşun fikri bile müthiş bir haz!


Neden hep biz sarılmak isteriz birilerine? Neden kimse ihtiyaç duymaz bizlere?
Olmasakta olur mu hakikaten, hiç mi etkilenmez çevremizdekiler?

Şimdi izninle soruyorum sana sevgili okur!
En son ne zaman biri seni görünce şaşırıp sevinçten adını haykırdı? En son ne zaman biri bir sevinç nidası atarak koştu kollarına?
Seni bilmiyorum ama, ben yaşayamıyorum sanırım tüm bunlarla; çünkü benim hislerim var ve ben mekanik bir makine yada bir robot değilim! İnsanoğlu duygusal bir varlık sevgili okurum, mantığımızla hareket etmeyi bırakıp; kalbimizle, hislerimizle hareket etmeyi seçene kadar da mutsuz ve umutsuz kalacağız, n'olur bunun artık farkına varın!


25 Nisan 2016 Pazartesi

Israrlı Tekrarlar

Gün geldi kuşkulandım insanların aklından, nasıl yaşıyorlardı emin olmaksızın.Merak ediyordum bilinçlerinin kabrin ötesinde hangi şafağa, hangi amaca, hangi akıbete ereceğini;
Hakikatten nasıl saklanabiliyorlardı köşe bucak?

Nihayet uykusuz bir gecede karar verdim keşfe çıkmaya, kokuşmuş sokaklara attım kendimi. Kabul olunmaz uçurumlarda duracak, gölgelerle dövüşecektim sözde.Ama öyle olmadı tabii, gecenin karanlığı hüznünü de yanında getirir derler.Zihnimi giderek dumanlar sarıyordu, konuşamıyor sürekli duraksıyordum.Adım adım ağır ağır çürümenin hangi anını seçer kati ihtiyacımız olan yeniden diriliş? Hangi günü? Hangi yılı?

Zaman eğer bir şarkıysa kulaklarımızda; ben bir arı kovanı içinde sıkışıp kalmışım işte.
Eğer yaşamadan önce tahayyül edebilseydik hayatı, ne delice, ne imkan dışı,
ne anlatılmaz ölçüde tuhaf, ne şahane bir saçmalık dizisi gibi gelirdi hayat!

Soruyorum size sevgili okur! 
O zaman bu hoyrat gülüşe neden katılmalı insan?

En gülünç Zimbabwe atasözlerinden biri şöyle der:
Hayat, eğri büğrü yazılmış bir mesajdır karanlıkta.

4 Nisan 2016 Pazartesi

Pavlov'un köpekleri

İnsanlar her geçen gün bir nebze daha mutsuzlaşıyor, her geçen gün bir nebze daha tükeniyor minicik odalarda; yada büyük süslü geniş caddelerde...
Çaresizlikle umutsuzluk arasında gerilmiş, karamsar, korku dolu, küçük, uzak, diken diken yüzler. Onlarca, yüzlerce... Bazıları, boşvermişliğin ortasında unutulmuş, sarkmış bir çorap gibi. Bazıları, derin bir kaygı ve kederin şeklini almış, rengini almış ve donmuş. Bazıları boşluğa düşülmeden önce neler konuşuluyorsa işte o konuşmaların tatsızlığına bulanmış, sonra düşmenin rüzgarıyla şöyle bir dalgalanmış ve tam un ufak olup dağılacakken, bir cama yapışıp kalmış. Orada değil de, gürültülerle dolup taşan bir lunaparkta gibi bazıları da. Bakışlarında kocaman birer dönmedolap saklı sanki. Gözlerdeki donuk ışıltılara kadar yükseliyor kimi zaman bu dönmedolaplar, parıltıların içinde bir an bol güneşli bir çocuk yüzü gibi görünüyor, ortaya masmavi, bir bakımlık gökyüzü bırakıyor, sonra da yavaş yavaş alçalıp gene kayboluyor. İnsanların çoğu yere inmiş, öfkeleri burunlarında, geziniyorlar belki. Ellerinde sinir hapları, su şişeleri, market poşetleri ve bayatlamaya yüz tutmuş günlük gazeteler. Herkes leblebi yer gibi sinir hapı atıyor ağzına, herkes gazetelerin birinci sayfasında pıhtılaşan kanlara gözucuyla bakıp bakıp susuyor ve herkes adımını ileriye değil de, kendi içine doğru atıyor.
(...)



Yaşadığımız an'ı hayattan saymıyoruz ve geriye bir şey kalmıyor sevgili okur.

2 Nisan 2016 Cumartesi

Kabullenilemeyen çaresizlik

Ellerime umut denen o en eski ve en sağlam bastonu almış, çile odalarından fırlayan rehineler gibi soluk soluğa gözlerimdeki serabın parıltılarına doğru koşuyormuşum. Boşuna koşuyormuşum tabii... Anlaşılan, insanoğlunun, kendi yarattığı şeyi bile elinde tutamayacak kadar zayıf ve çaresiz bir yaratık olduğunu bilmiyormuşum daha. Hatta ben, kendi dışımda kalan birçok şeyi bilmediğim gibi, ne yazık ki insanın aradığını hiçbir zaman, hiçbir yerde bulamayacağını da bilmiyormuşum. Bulamazmış oysa... Ona benzer birtakım şeylerle karşılaşabilirmiş belki, çoğu kez bunlardan bazılarını aradığı şeyin ta kendisi sanabilir, hatta onlara bir an için sımsıkı, hiç kopmamacasına sarılabilir ve işte böylece, insanın algılama zayıflığından doğan tatlı bir yalanın içinde bir süre de olsa oyuncağına kavuşmuş bir çocuk gibi avunabilirmiş ama, nedense aranan asıl şey hep insanın içinde kalırmış...



Düşünmek en yorucu eylemdir.

Mutsuz sonsuzluk

Kayboluyoruz belki bazı gözlerde; bir alay gürültü şeklinde salkım saçak ortaya çıkıyor, anlaşılmaz işaretler gibi birtakım kafaları karıştırıyor, sonra da ayak seslerimizi şarkıların içine döke saça, yavaş yavaş gözden, gönülden ve 'hayattan' uzaklaşıyoruz. Nedense bana, henüz kimsenin ulaşamadığı, hatta kimsenin oturup hayalini bile kuramadığı, sonsuz bir mutsuzluğa gidiyormuşuz gibi geliyor o sırada. Ya da çoktan varmışız da, varlığımızla o sonsuzluğu süslüyormuşuz gibi. Ama rengarenk saray desenleriyle süslü 'yıkıntıları' geçip de karşımda gene meze satıcılarını, duvar diplerinde oturan tinerci çocukları ve gürültülü birer reklam panosuna benzeyen beli bükülmüş belediye otobüslerini görünce, zaten ulaştığımızı, zaten daha ötesine gidemeyeceğimizi anlıyorum. 


Mutlu sonlara layık hayatlarımız, mutsuz bir sonsuzluğa değil.

Mantığımı kaybetmeyeyim, duygularımı da yitirmeyeyim derken ve bütün bunları yaparken yitip gidiyor, tükeniyoruz sevgili okur. Tükeniyoruz...