19 Kasım 2016 Cumartesi

Bir acı uğraş

Düşünmek, kafa yormak. Düşünceye ilişkin her ifade, her etkinlik beni önce zifiri karanlığa sonra aynalara yönlendiriyor. Bir kitapta okuduğuma göre ruh, üstün aklın düşüncelerini yansıtarak maddesel nesneleri yaratan bir aynadır. Belki de bu nedenle ben düşünebilmek için aynalara gereksinim duyuyorum. Onlarca aynanın bulunduğu bir odada geçirmek istiyorum gecelerimi, loş bir mum ışığı eşliğinde. Ruhumun kurgusal erdemini tamamlaması için buna ihtiyacı var sanki.
Aslında bu durumda çoğaltmak istediğim kendi imgemdir, ama kolaylıkla sanılabileceği üzere bunu kendime hayranlıktan ya da kendimi beğenmişlikten arzulamıyorum. Tam aksine kendime ait pek çok aldatıcı hayalet arasında, onları hareket ettirebilen tek güç olan gerçek ben'i izlemek istiyorum. Böylesine çok buhran yaşayan bu bedenimle yüzleşmek, saatlerce bakışmak kendimi berbat hissetmemi sağlıyor ve bu durumdan asla anlayamayacağım bir keyif alıyorum.


İzninizle çoğul konuşmak istiyorum şimdi. Yalnız olmadığımı biliyorum çünkü.
Ruhsal buhran ve sıkıntı, varlığı zamana hapseder. Sıkıldığımızda zamanla bir meselemiz vardır, onunla ne yapacağımızı bilemeyiz. Çoğunlukla tüm yoğunluğuyla gelecek endişesi eşlik eder bu sıkıntıya. Ne yapmamız gerektiğini, neden yaşadığımızı bulmak isteriz, defalarca sorarız bunu kendi yansımamıza boş gözlerle bakarak. Ruha canlılık hissini veren bu anlamın ta kendisidir ve anlamın kaybı ya da kazanılamayışı bizler için dünyanın kaybedilişi veya gözümüzde yoksullaşması, değersizleşmesidir. Bu anlam kaybını hisseden bir varlık böylesine düşebilir ancak. 
Boşa geçen zamandan, 'aylaklıktan', ruhun kuluçkaya yatabileceği bütün anlardan ölümden daha fazla korkarız. Tüm bu sıkıntı esnasında zaman geçmez, insan zamanı beyninin tam içinde hisseder. İçi anlamlı bir biçimde doldurulamayan zaman, zamanla acımasız bir sıkıntıya dönüşür...


"Nasıl da ürperticidir sıkıntı," diye yazar Kierkegaard, "boyun eğmiş, atıl bir halde yatarım. Gördüğüm boşluk, yaşadığım boşluk, içinde hareket ettiğim boşluktur. Acı bile duymam. Ruhum, üzerinde hiçbir kuşun uçmadığı ölü bir denizdir artık." diye de bitirir cümlesini.


16 Eylül 2016 Cuma

İç acılar toplamı

Anlamıyorsunuz. Ben sadece gerçekleştirdiğim hemen hiçbir eylemden keyif alamıyor ve yapmacık davranmıyorum bu yüzden de kaybediyor, kahroluyor, kayboluyorum. Bana iyi hissettirmeyen her şeyi yapmaktan vazgeçip, yanında iyi hissetmediğim herkesi bir bir çıkarttım hayatımdan ve yerlerine yenilerini ekledim. Tabii ki sonuç değişmedi, çünkü hayat fena halde bir tiyatro sahnesine benzer. Çünkü hepiniz iyi oyuncularsınız. Kendi isteğimizle bazen sahneyi değiştirebiliyoruz, bazen oyuncuları, ama yönetmen ve senaryo daima aynı. Gurur kırıcı.
Bilemiyorum ki insan nerenin yerlisidir bu hayatta, neresinden tutmalıyım ben yaşamın. İnsanın kendini bir yere, bir kişiye, bir fikre ait hissedememesi inanılmaz ürkütücü.
Artık değişebileceğimi, her bir zerreme neşe dolabileceğini de düşünmüyor, bu düşünceye istesem de inanamıyorum zaten.
Gerçek bir hayatın sıkıntıdan ibaret olduğunu düşünüyorum hala. Baştan başa aşk ve mutluluk içinde geçen bir hayatın doğa yasaları bakımından uğursuz bir ayrıcalık olduğunu düşünüyor, aksi düşünceye her ne kadar istesem de inanamıyorum zaten.
Her çiçek solar çünkü, bütün mutlulukların ertesi günü hüzündür, tabii eğer ertesi günü varsa...

Ama olsun, kimsenin bilmediği bir iskelenin ucunda oturup ayaklarını boşlukta sallayarak denize, dolunaya ıslıklar çalmak hala güzel ihtimal.

Ama olsun, bu şehir, bu sokaklar, bu deniz kıyıları, bu meyhaneler,bu kahvehaneler, bu çalı kuşları, kitaplarım, yastığım, bunlar hala güzel.
Siz bunu bilemezsiniz çünkü siz bakmayı da, görmeyi de bilmiyorsunuz.

"Değiştiremeyeceğim bir şey varsa o da kanılarımdır; çünkü bende hiçbir şey onlar kadar sağlam bir şekilde yer etmemiştir. Size hayatımı verebilirim, ama bilincimi veremem; onu dinlemeyebilirim, ama konuşmasına da engel olamam." - Honore de Balzac.

20 Haziran 2016 Pazartesi

İçimizdeki karanlık

İnsan nasıl göründüğüyle çok fazla ilgili bir yaratık. Hayır değilim demeyin sakın.
Hepimiz çevremizdeki insanlara daha samimi, daha duyarlı ve daha ahlaklı görünmek istiyoruz. Başkalarının gözünden, bu dünyadaki varlığımızın doğruluğuna dair bir teyit almak ve pohpohlanmak; aferinlenmek istiyoruz.Tipik kabul görme çabası.
Onlara hislendiğimizi ve acı çektiğimizi göstermek istiyoruz. Oysa sükûtun konuşmaktan daha kıymetli olduğu zamanlardayız. Oturup toplumsal ya da ulusal kayıplarımız üzerine düşünmenin, canlarını yitiren binlerce kardeşimizin, karılarını, kocalarını ve anne babalarını yitiren ailelerin ve maalesef ruhunu yitirmiş olan bizlerin üzerine düşünmemiz gereken zamanlar... 
Sessizliğin kelimeleriyle, ruhumuzu onaracağımız zamanlar...
Kalbimizi acıyı içeriden yaşamış olanın sözüne açıp, bizim sustuğumuz zamanlar...
Ama biz bunu yapamıyoruz tabii; Umutsuzuz çünkü. Kaçıyoruz zordan, koşuyoruz kolaya!
Önce bir suçlu belirliyoruz kendimizce bu belki modern zaman masalı oluyor, belki bir politikacı, belki eğitim sistemi ya da yaşam kalitesi. İşte sonra tüm bunları onun sırtına yüklüyoruz.
Umutsuzlara sefaletin sorumlusu olan bir suçlu göstermeli ki, onun başının ezilmesiyle cennetin yeryüzüne ineceğine inanabilsinler diyor Pamuk, yine haklı.
Hal böyle olunca dilimiz acımasızlaşıyor, yöntemlerimiz ahlaksızlığın dibini buluyor, amaca ulaşmak için her yolun mübah kabul edildiği yeni bir kötülük dili galip geliyor. Buna psikolojide mazlumun zalimle özdeşleşmesi deniyor, İbni Haldun da farklı bir pencereden medeniyet düzleminde bakıp "Mağluplar galipleri taklit eder," demişti.
Belki de tüm mesele budur, kim bilir? 
 

14 Haziran 2016 Salı

Umudun algoritması

Köşe bucak kaçan mutluluğu umutsuzca aramaya programlı sanırım bu cansız ruhum, ve yorgun bedenim.
Bilinmezliklerle dolu olan bu hayat, bu acı imtihan beni boğuyor. Bir başarma arzusudur ki tutturmuş gidiyor herkesin dilinde.
Sürekli yarınımı düşünmekten; bugünümü yaşayamaz hale geldim. Hiçbir hamleyi öncesinden saptayamıyorum artık.Tabii saptayamadığım için ardı ardına gelen sayısız şoklar, şaşırmış ya da belki şaşırmamış numaraları... İnanın yıldım. Sürekli oyunlar oynamaktan, her duruma, her tepkiye göre ayrı bir rol takınmaktan yıldım. Bilmiyorum ne zaman kendim olabileceğim? Bilemiyorum sevgili okur, ne yapmalı?
Keşke biraz güç ve biraz umut olsa içimde.
Koşturabilsem hoyratça ve 'başarabilsem' toplumun gözünde.
Kurabilsem 'düzenli' bir yaşam ve yapabilecek tek bir şeyim kalsa; yıkım!
Bence her şeyi yerli yerinde tıkır tıkır işleyen bir hayat kurduğunda, o hayatı yerle yeksan edecek bir felaket kurgulamakta farz olur.Milyonlarcasının ulaşmak için çabaladığı şeye ulaşıp üzerine bir dakika düşünmeden yıkmak!
Sizce de bu yıkımın düşüncesi bile müthiş haz değil mi?


3 Haziran 2016 Cuma

Yolun sonuna doğru haklı çıktı Dostoyevski

Bir lunaparkta kaybolmak, unutulmak istiyorum bazen. Kendi anlamsızlığımın derinliğinde boğulurken ben, henüz kendisi olabilen, henüz masum çocukların kahkahalarına eşlik etmek istiyorum.Saatlerce sürmeli bu…
Lunaparkın kapanışı ile kendimi insansız ama bolca aç ve hırçın köpekli bir sokağa atmak ve öylece yürümek istiyorum.Saatlerce sürmeli bu…
Herkesin kenara çektiği bir kendisi vardır diyor Dostoyevski. Yok mudur acaba?
Başımı bir omuz yerine bir duvara yaslayıp (eğer o gece şanslıysam bir ağaca) düşünmek, geleceği düşlemek istiyorum bazen de.
Bazen karanlık, bazen puslu ama daima anlamsız gelecek. Saatlerce sürmeli bu…
Tabii ardından renkler giderek perde perde solmaya başlasın bu düşüncenin ağırlığı altında.Çizgiler kesinliklerini, şekiller görünürlüklerini, sokak köpeklerinin sesleri gerçekliğini yitirmeye başlasın. Kuşkularla korkular da, birdenbire çoğalsın bunlarla birlikte.
Bakıştan bakışa sıçrayıp, duruştan duruşa şekillenen şu basit soru gelsin hemen aklıma "Neden yaşıyoruz?" bu sorunun tehdit ve keder yüklü karanlık yankıları yüzünden, ölüm gelip bir an için insanların baktığı her noktadan, insanlara baksın yani.
Böyle bir gecenin ardından sabaha karşı evde bulayım kendimi.
Ağır ağır adım atayım korkuluğa doğru, kafamı balkondan sarkıtıp bir duraksadıktan sonra kendimi boşluğa bırakayım. Saatlerce sürmeli bu...
Yolda muhtemelen iyi niyetli bi' ihtiyar bilge çıksın karşıma ve sorsun tek kelime "neden?" ben de dönüp bu ihtiyara, aşağıdaki insanları gösterip; "ben bir süre yere paralel gittim. Onlara anlayabilecekleri, anlamaları gereken şeyler anlattım, anlamadılar.
Artık yere dikey inme vaktidir!" diyeyim.



25 Mayıs 2016 Çarşamba

Bir mezar taşı hikayesi

Hepimizin yarın için planları var ama hiçbirimiz bugünü yaşayacak kadar cesur değiliz.Genelde bunu düşündüğümüzde imkanlarımızı sorgulayıp bir miktar küsüyor ve belki bir pesedişin eşiğine geliyoruz.
Sonra tekrar sorguluyoruz yaşadığımız hayatın derinliğini, asla bulamayacağımız anlamını.Yüklemek istiyoruz yükümüzü bir hedefe, nesneye ya da belki bir kişiye...
Peki sonunda ne kadar atabiliyoruz sırtımızdaki bu kederi? Ne kadarını azaltabiliyoruz aklımızdaki bu yükün?
Bence bu dünyayı bitmek tükenmek bilmeyen umutlarımız, hırslarımız tüketecek ve belki tüketti de. Önce bir reddediliş ve sonra bir pes edişle bitmeye başlayacak her şey ve belki başladı da.

Şahsen gerçekleştirdiğim hiçbir eylemden keyif alamıyorum, çok acıdır ki mutluluğa doğru bir adım bile atamazken ben; içime doğru koşabiliyorum artık.Tünelin ucunda bir parça dahi ışık göremiyor, her geçen gün biraz daha çekiliyorum kabuğuma.
En kahredeci olanıdır ki biliyorum aslında söyleyecek çok şeyim var ama; anlayacak kimsem yok, kalmadı.
İnsanın birine içini dökmesi gerekir. Benim ise içimi dökecek kimsem olmadığı için buraya yazıyorum.
Gece olunca ben işte böyle saçmalamaya başlıyorum.Affola!



"yazmak ölümden daha derin bir uykudur..."
yazıyormuş muhteşem Kafka'nın mezar taşında.
Bense o kadar iddialı değilim şu cümleyi yazdırıp sıvışacağım sessizce;
"Genç öldüm, çünkü karanlıkta kaldım..." 

24 Mayıs 2016 Salı

Bırakalım mı artık?

Oysa ki ne kadar mutludur uyanık üşengeçler, insanlar arasındaki hükümdarlar, havanın kararmasıyla birlikte bir mekanın koltuklarında oturup, bir terasın korkuluklarında durup, aşağıdaki ışıklara ve denize, gün batımının koyu renginde eriyen uzak dağ şekillerine, soluk bir mürekkeple çizilmiş gibi duran zirvelerin üzerindeki kozalaklı siyah ağaçlara, sessiz, kederli, yasak sahil şeridi boyunca lâl ve yeşil parıltılar içinde çağıldayan suya bakıp, yoğun bir haz ve esrik bir sızı duyabilen renkli, müthiş beyinler.

Bizler kendi mutsuzluğumuzun sebebini bilemiyor, bulamıyoruz.Ya intihar mektupları oluyor tek eğlencemiz, ya da bir idam sehpası!
Başkalarının keyif alarak yaşayabilmelerini kıskanıyor, anlamsızlıklarıyla suçluyoruz belki onları.
Ama idrak edebiliyoruz ki bu suçlamalarımız ancak bir çocuğu tatmin edebilir.Sanıyorum ki sonraki hayatımızda, şu bahsi geçen "diğer insanlar"ın aslında bizler olduğunu öğreneceğiz. 

Depresyonda olup olmadığımdan emin değilim. 
Yani, mutsuz değilim
ama mutlu da değilim. 
Gün içinde espriler yapıp gülebiliyorum fakat bazı geceler yalnız kaldığımda,
nasıl hissedildiğini unutuyorum.
-John Green


29 Nisan 2016 Cuma

Varoluştan yokoluşa!

Bazen dalarsınız oturduğunuz sandalyeden pencereye doğru, umutsuzluğunuza dairdir bu besbelli; camda yansıyan gökyüzü, hafiften karanlık tonu ve hafiften alçalmış bulutuyla, içinde bulunduğunuz boşluğun devam ettiğini ve edeceği hissini uyandırır.
Ama siz asla nasıl bir tepki vereceğinizi bilemezsiniz bu boşluk hissine, belki kalkarsınız sandalyenizden ve bakarsınız o an pencereden dışarı, 'atlasam nolur' diye düşünürsünüz.Sizin için anlamlı olan tek şey ölümdür sanki, yok oluşun fikri bile müthiş bir haz!


Neden hep biz sarılmak isteriz birilerine? Neden kimse ihtiyaç duymaz bizlere?
Olmasakta olur mu hakikaten, hiç mi etkilenmez çevremizdekiler?

Şimdi izninle soruyorum sana sevgili okur!
En son ne zaman biri seni görünce şaşırıp sevinçten adını haykırdı? En son ne zaman biri bir sevinç nidası atarak koştu kollarına?
Seni bilmiyorum ama, ben yaşayamıyorum sanırım tüm bunlarla; çünkü benim hislerim var ve ben mekanik bir makine yada bir robot değilim! İnsanoğlu duygusal bir varlık sevgili okurum, mantığımızla hareket etmeyi bırakıp; kalbimizle, hislerimizle hareket etmeyi seçene kadar da mutsuz ve umutsuz kalacağız, n'olur bunun artık farkına varın!


25 Nisan 2016 Pazartesi

Israrlı Tekrarlar

Gün geldi kuşkulandım insanların aklından, nasıl yaşıyorlardı emin olmaksızın.Merak ediyordum bilinçlerinin kabrin ötesinde hangi şafağa, hangi amaca, hangi akıbete ereceğini;
Hakikatten nasıl saklanabiliyorlardı köşe bucak?

Nihayet uykusuz bir gecede karar verdim keşfe çıkmaya, kokuşmuş sokaklara attım kendimi. Kabul olunmaz uçurumlarda duracak, gölgelerle dövüşecektim sözde.Ama öyle olmadı tabii, gecenin karanlığı hüznünü de yanında getirir derler.Zihnimi giderek dumanlar sarıyordu, konuşamıyor sürekli duraksıyordum.Adım adım ağır ağır çürümenin hangi anını seçer kati ihtiyacımız olan yeniden diriliş? Hangi günü? Hangi yılı?

Zaman eğer bir şarkıysa kulaklarımızda; ben bir arı kovanı içinde sıkışıp kalmışım işte.
Eğer yaşamadan önce tahayyül edebilseydik hayatı, ne delice, ne imkan dışı,
ne anlatılmaz ölçüde tuhaf, ne şahane bir saçmalık dizisi gibi gelirdi hayat!

Soruyorum size sevgili okur! 
O zaman bu hoyrat gülüşe neden katılmalı insan?

En gülünç Zimbabwe atasözlerinden biri şöyle der:
Hayat, eğri büğrü yazılmış bir mesajdır karanlıkta.

4 Nisan 2016 Pazartesi

Pavlov'un köpekleri

İnsanlar her geçen gün bir nebze daha mutsuzlaşıyor, her geçen gün bir nebze daha tükeniyor minicik odalarda; yada büyük süslü geniş caddelerde...
Çaresizlikle umutsuzluk arasında gerilmiş, karamsar, korku dolu, küçük, uzak, diken diken yüzler. Onlarca, yüzlerce... Bazıları, boşvermişliğin ortasında unutulmuş, sarkmış bir çorap gibi. Bazıları, derin bir kaygı ve kederin şeklini almış, rengini almış ve donmuş. Bazıları boşluğa düşülmeden önce neler konuşuluyorsa işte o konuşmaların tatsızlığına bulanmış, sonra düşmenin rüzgarıyla şöyle bir dalgalanmış ve tam un ufak olup dağılacakken, bir cama yapışıp kalmış. Orada değil de, gürültülerle dolup taşan bir lunaparkta gibi bazıları da. Bakışlarında kocaman birer dönmedolap saklı sanki. Gözlerdeki donuk ışıltılara kadar yükseliyor kimi zaman bu dönmedolaplar, parıltıların içinde bir an bol güneşli bir çocuk yüzü gibi görünüyor, ortaya masmavi, bir bakımlık gökyüzü bırakıyor, sonra da yavaş yavaş alçalıp gene kayboluyor. İnsanların çoğu yere inmiş, öfkeleri burunlarında, geziniyorlar belki. Ellerinde sinir hapları, su şişeleri, market poşetleri ve bayatlamaya yüz tutmuş günlük gazeteler. Herkes leblebi yer gibi sinir hapı atıyor ağzına, herkes gazetelerin birinci sayfasında pıhtılaşan kanlara gözucuyla bakıp bakıp susuyor ve herkes adımını ileriye değil de, kendi içine doğru atıyor.
(...)



Yaşadığımız an'ı hayattan saymıyoruz ve geriye bir şey kalmıyor sevgili okur.

2 Nisan 2016 Cumartesi

Kabullenilemeyen çaresizlik

Ellerime umut denen o en eski ve en sağlam bastonu almış, çile odalarından fırlayan rehineler gibi soluk soluğa gözlerimdeki serabın parıltılarına doğru koşuyormuşum. Boşuna koşuyormuşum tabii... Anlaşılan, insanoğlunun, kendi yarattığı şeyi bile elinde tutamayacak kadar zayıf ve çaresiz bir yaratık olduğunu bilmiyormuşum daha. Hatta ben, kendi dışımda kalan birçok şeyi bilmediğim gibi, ne yazık ki insanın aradığını hiçbir zaman, hiçbir yerde bulamayacağını da bilmiyormuşum. Bulamazmış oysa... Ona benzer birtakım şeylerle karşılaşabilirmiş belki, çoğu kez bunlardan bazılarını aradığı şeyin ta kendisi sanabilir, hatta onlara bir an için sımsıkı, hiç kopmamacasına sarılabilir ve işte böylece, insanın algılama zayıflığından doğan tatlı bir yalanın içinde bir süre de olsa oyuncağına kavuşmuş bir çocuk gibi avunabilirmiş ama, nedense aranan asıl şey hep insanın içinde kalırmış...



Düşünmek en yorucu eylemdir.

Mutsuz sonsuzluk

Kayboluyoruz belki bazı gözlerde; bir alay gürültü şeklinde salkım saçak ortaya çıkıyor, anlaşılmaz işaretler gibi birtakım kafaları karıştırıyor, sonra da ayak seslerimizi şarkıların içine döke saça, yavaş yavaş gözden, gönülden ve 'hayattan' uzaklaşıyoruz. Nedense bana, henüz kimsenin ulaşamadığı, hatta kimsenin oturup hayalini bile kuramadığı, sonsuz bir mutsuzluğa gidiyormuşuz gibi geliyor o sırada. Ya da çoktan varmışız da, varlığımızla o sonsuzluğu süslüyormuşuz gibi. Ama rengarenk saray desenleriyle süslü 'yıkıntıları' geçip de karşımda gene meze satıcılarını, duvar diplerinde oturan tinerci çocukları ve gürültülü birer reklam panosuna benzeyen beli bükülmüş belediye otobüslerini görünce, zaten ulaştığımızı, zaten daha ötesine gidemeyeceğimizi anlıyorum. 


Mutlu sonlara layık hayatlarımız, mutsuz bir sonsuzluğa değil.

Mantığımı kaybetmeyeyim, duygularımı da yitirmeyeyim derken ve bütün bunları yaparken yitip gidiyor, tükeniyoruz sevgili okur. Tükeniyoruz...

28 Mart 2016 Pazartesi

Anlamsızı anlamlandırırken amaçsızlaşmak

Tamam, kendimle çelişmeye yine hazırım. Libidomun hücumuna nihayet riayet edebilirim. Rötarlı gelen bir skandal beni hayata bağlayabilir. Kronik can çekişmemden taviz verebilirim.Fakat gururumun kırılıp hurdaya çıkmasına da asla göz yumamam. Başarısızlık ile değersizlik arasındaki uçurumu muhtemelen ben keşfettim! Henüz kendimi kötü hissetmeye alışmak istemediğim için sefil bir hayatı seçmişim, bir an önce tüymeliyim!

Yıllardır bir vahşet çemberinde çırpınıyorum. Onurunu,duygularını, aklını, sağlığını, rütbesini kaybetmiş sefillerden biriyim ve bundan umulmadık bir keyif alıyorum. Ölümcül bir keşmekeşin içindeyim.Bazen hangi gezegende yaşadığımızı bile unuttuğumu düşünüyorum. Bana sorarsanız, sonsuzluk; fani vücudumda yuva yapmış ıstırabın adıdır. Kıyamet benim gövdemden start aldı ve bu kıyametin hezimetinin avareliğimi mazur kılacağından eminim.
Sağlam yapılı, aydınlık, küçük sıcak yuvalarda kainatı bile karartacak denli keder üretebileceğim aklımın ucundan dahi geçmezdi.
"Eğer beni affetmezseniz, asla özgür olamayacağım. Sakat ve çıldırmış bir köle gibi, vicdanımın salgıladığı zehirden ötürü hep can çekişeceğim" demek istersen sizlere, ağzımdan sadece günlük boşluklar çıkıyor.
"Ben boks ringinde kazanıp, dans pistinde kaybedenlerdenim."



Toprağı deşmek yerine, bir iğneye tutunarak suya dalıp balık avlamayı seçen solucan… işte o benim.

15 Mart 2016 Salı

Ay Işığı Sonatı

Benzerlerimizin kaderlerinde, yani sözüm ona mutlu bir hayatta gerçekliği göremeyiz, aldanırız.
Ya çıkarların ardına gizlenmiştir gerçeklik ya da arzuyla şekil değiştirmiştir, ama asla bize asıl haliyle görünmemiştir!

Bu yüzdendir; bizi mutlu eden insanlara minnet duyalım; onlar ruhumuza çiçek açtıran sevimli bahçıvanlardır.
Ama fesat ya da sadece kayıtsız kadınlara, bizi üzen zalim dostlara daha da çok minnet duyalım.
Onlar şimdi tanınmaz enkazlarla kaplı kalbimizi kasıp kavurmuş, ağaçların gövdelerini kökleyip
narin dallarını parçalamış, ama tahripkar bir rüzgar misali, aynı zamanda hasadı belirsiz;
iyi tohumlar da ekmişlerdir...
Duygu getirdiklerini keyfince alıp götüremez; neşeden daha yüce olan keder çoğunlukla kalıcıdır.
Bir gece önce bizi yücelten, hayatımızı bir bütün olarak, bütün gerçekliğiyle, basiretli ve samimi bir merhametle görmemizi sağlayan mutluluk sebebini ertesi gece unutuveririz.
Rüzgar bu düşler enkazının, solup gitmiş mutluluk talaşlarının ortasında iyi tohumu, gözyaşı selinin altına ekmiştir, ama gözyaşları o kadar çabuk kurur ki, tohum; yeşermeye fırsat bulamaz...


Yarın, yarından sonra bir yarın, bir yarın daha
Sürüp gidiyor günden güne küçük adımlarla;
Geçmiş günlerimizse nice sersemlere ışık tutmuş,
Ölüm yolunda toz toprak olmazdan önce,
Sön, Cılız kandil, sön! Hayat dediğin ne ki:
Yürüyen bir gölge,bir zavallı kukla bu sahnede;
Bir saat boy gösterip boyun kırıp gidecek!
Bir daha da duyulmayacak artık sesi.
Bir aptalın anlattığı bir masal bu:
Kuru gürültüler, deli saçmalarıyla dolu.
           SHAKESPEARE, Macbeth





Heyhat! Bizi besleyecek olan ekmek acıdır.

14 Ocak 2016 Perşembe

Günün sonu

Biz insanoğlu her şeyi hızla tükettiğimiz gibi; ilişkilerimizi, arkadaşlıklarımızı, aile hayatımızı, aklınıza gelebilecek her şeyi inanılmaz bir hızla tüketiyor; hiçbir şeye hakettiği değeri veremiyoruz.Gelişen teknolojinin de etkisiyle yaşadığımız hayat ile yaşamamız gereken hayat arasında öyle korkutucu bir fark var ki duygularımızdan arınmış durumda olup: asla yorulmadan ölüme koşuyoruz.
Sahte ilişkiler kuruyor, kısa süreli mutluluklar arzuluyor, ulaşmış olsak bile bir müddet sonra gelişen bu teknolojinin de etkisiyle kurduğumuz bu ilişkiye gereken değeri veremiyor, asıl korkutucu olan ise bu ilişkilere kesinlikle saygı duyamıyoruz.İnsanoğlu, insanlık denilen bu olgudan her geçen gün büyük bir hızla uzaklaşıyor ve yine her geçen gün bu kaçınılmaz sona bir adım daha yaklaşıyor.
Bir gün gelecek ki yanımızda olduğunu düşündüğümüz insanların sadece çıkarlarımız ve onların bizden olan çıkarları
için yanımızda olduklarını göreceğiz, zamanla önce hayallerimize, sonrasında ise tüm hayata küseceğiz ve değil yaşanılan anın tadını çıkarmak; koskoca bir ömürden tad alamadan ölmüş olacağız.

Ve yine korkunç bir şekilde bir yerden sonra hayatımızın ve yaşamın düzelmesini değilde daha da kötüye gitmemesini diler duruma geleceğiz.
İşte o zaman bu basit(!) cümleyi görecek ve üzerine uzun uzun düşünecek ve belki anlayacaksınız harflerin arkasındaki sırrı ve yine belki çözeceksiniz bu esrarı; 
Günün sonuna hoş geldiniz...

4 Ocak 2016 Pazartesi

Kimliklerimizi unutabilmek

Dışarıya baktığımda, kalabalık bir caddeye yada gürültülü bir mekana girdiğimde gördüğüm tek şey sadece insanların birbirleriyle kurmak istedikleri sahte çıkar ilişkileri oluyor. 
Düşünüyorum da bu insanlar; hayatlarının ilk yarısını yani gençliğini bir başkası olmak isteyerek yaşadıkları ve kendileri olamadıklarından, ikinci yarısını da kendileri olamadıkları yıllar için pişman oldukları için bir başkası olarak geçiriyorlar...
Ve bu insanları biraz daha incelediğimde onların;

Kendi kimliklerini kolayca unutabilen talihliler olduklarını, ellerinde çay bardaklarını tutarken ve pahalı sigaralarını içerken kaybettikleri varoluş nedenini hatırlamaya çalışır gibi sonsuzdaki bir noktaya bakarken, kendi iç düşüncelerine çekilen ya da oraya da çekilemedikleri için acımasızca birbirlerini hırpalayan vatandaşlar olduklarını görüyorum.
Orhan Pamuk, o enfes kalemiyle Kara Kitapta şöyle diyor bu 'bir başkası' olan insanlar hakkında;

"Bir başkası,bir daha bir başkası,bir daha bir başkası ola ola,ilk kimliğimizin mutluluğuna geri dönebileceğimizi sanmak boş bir iyimserlikti"

3 Ocak 2016 Pazar

Ölümü bilerek ve görerek yaşamak

Ben pek konuşmam. Ama ben suskun olunca insanlar bana hep, ''neyin var,'' diye sorar sanki hep bir şeyim olmak zorundaymış gibi. Sanki sessiz olanlar, hep mutsuzmuş gibi... Evet sanki sessiz olanlar mutsuz olmak zorunda değil ama ben mutsuzum.Mutluluğu nerede arayacağımı da bulamıyor ve bilemiyorum.
"E zaten ölüm var ucunda neden çabalayayım ki" diyorum kendime çoğu zaman.

İnsanoğlunun hiç ölmeyecekmiş gibi kısacık ömrü boyunca robotlaşmışcasına çabalamasını, didinmesini, duygularından ve kendi benliğinden uzaklaşmasını asla anlayamadım.Bütün bir ömür boyunca korkunç bir şekilde bukalemun azizliğinde renk değiştirmesini de anlayamadım.Mevlana'nın dediği gibi de değil bu, olduğu gibi olmalı insan, aksi takdirde göründüğü gibi olduğu zaman ölümüne dek bir başkasını taklit etmiş olacak çünkü.
Ve bence bir başkasını taklit ederek yaşamak, 'olmak istediğim adam/kadın' figürüdür bizi mutluluktan alıkoyan, eğer mutluluğu bulmak istiyorsak bir idol seçmek gibi bir gaflete düşmemeliyiz.Yahu öleceğiz neden bu bu koşuşturma, neden bu politika, neden bu savaşlar ve neden bu bitmek tükenmek bilmeyen ticaretimiz? Tüm bunların amacı kaybolmuş huzura yada Pamuk'un dediği gibi kaybolmuş cennete kavuşmak değil midir?



İyi ki ölüm var da; hayatta her şeyi yerli yerine koyuyor

Oblomovdan ufak bir kesit

Oblomovdan onu toplumun içine çekmek ve sıradan bir insan gibi yaşatmak isteyen çocukluk arkadaşına, bir nevi can dostuna;

toplum! senin beni bu adamların içine götürmeye çalışman, onlardan iyice nefret etmem için herhalde. hayat; amma da hayat ha. ne bulabilir insan orada? fikir meseleleri mi var? duygu meseleleri mi var? bu hayatın bir ekseni yok: derin, önemli hiçbir yanı yok. bütün bu salon adamları benden çok daha uyuşuk, benden çok daha ölü. hayattaki gayeleri ne? benim gibi yatakta uzanmıyorlar ama bütün gün sinekler gibi aşağı yukarı inip çıkıyorlar. ne çıkıyor bunlardan? bir odaya girersin, bakarsın ki herkes karşılıklı oturmuş, ciddi ciddi duruyor. yaptıkları nedir? iskambil oynuyorlar... diyecek yok güzel bir hayat doğrusu. yaşamak isteyen bir ruh için ne yaman bir örnek! ölü değil mi bu adamlar? oturdukları yerde uyumuyorlar mı? ben yatakta yatıyorum, kafamı valeler ve aslarla doldurmuyorum diye kabahatli mi oluyorum!


2 Ocak 2016 Cumartesi

Küçük insanlar, büyük umutlar

Bakın ben ve benim gibi küçük insanların küçük yaşamları, büyük hayalleri olur.
Her ne kadar çabalasakta; büyük, başarılı,yada süslü bir yaşam için, elde edebileceklerimiz daima sınırlıdır.
Belki bunun tam aksini düşündüğümüz anlar olacaktır ama hayat kamçısını kaldırmış durumda hazır bekleyip bizim mutlu olma hedeflerimize indirmek için bekliyordur...

Bizler her ne kadar istesekte büyük, başarılı, süslü bir yaşam; geleceğimize baktığımızda sadece amaçsız bir koşuşturma görürüz.
Hatta öyle bir koşuşturmadır ki bu, bize sadece mutsuzluk ve huzursuzluk getireceğini biliriz.
Ben ve benim gibilerin hayatında vermesi gereken en önemli karar; düştüğü en büyük yol ayrımı ise;
Diğer insanlar gibi toplumsal hayatın içine karışıp, aslında yaşamak istemediğimiz bir yaşamı yaşamak ve olmak istemediğimiz birini taklit ederek yaşamak(!) ile bir gecekondu dairesine yerleşip ölmeyi beklemek, yani ömrümüz boyunca toplumdan, yani insanlardan, yani sahte çıkar ilişkilerinden, yani tüm bu insanların umarsızca keyif aldığı eylemlerden kaçmaktır.



Hayat; gerçekten, akıl almaz bir akıl oyunu!